ÇOBAN DEDE: HÜZÜNLÜ BİR AŞK HİKAYESİ…
21.01.2021Pek çok inanç ve din sisteminde, ortak özellikler gösteren olgulardan birisi de türbe, yatır ve mezar ziyaretleridir. Kutsallığı kabul edilmiş kişi ve mekanlara karşı belirli dilek ve isteklerde bulunulur; dualar eşliğinde, kimi zaman da namaz kılarak, süreç içinde gerçekleşmesi beklenirdi.
Çoban Dede Türbesi, bu anlamda dile gelebilecek ziyaret yerlerinden birisidir. Adana’da, Adnan Menderes Bulvarı sonunda, Seyhan İlçesi’ne bağlı Karslı Köyü’ndeki Baraj Gölü kıyısında, yüksek bir tepe üzerine kurulmuştur.
Çoban Dede’nin hayatı ve kimliği hakkında yeterli bilgi bulunmamakta; nerede doğduğu, nasıl yaşadığı, nasıl bir kimliğe sahip olduğu ve nerede öldüğü bilinmemektedir. Kendisiyle birlikte yedi kardeş oldukları, Abdülkadir Geylani’nin hizmetinde bulunduğu, hatta onun tarafından Bağdat’tan Çukurova yöresine gönderildikleri rivayet edilir.
Çoban Dede’yle ilgili hikaye ve rivayetlerin azlığı, zorlama denebilecek düzeyde içeriğe sahip oldukları hemen göze çarpar. Ülke genelinde karşılaşılan benzer keramet ve meziyetlerin, Çoban Dede için de karakterize edildiği görülür. Türbenin olduğu mekanın fiziksel olarak ortadan kaldırılamayışı, bez içinde sütün saklanması, zahiri olarak Mekke’ye gidip gelişi, sözü edilen meziyet ve karakterlerden birkaçıdır. Oysa, 1940’lı yıllarda, Görüşler: Adana Halkevi Kültür Dergisi’nde yayınlanmış, çok daha gerçekçi bir Çoban Dede hikayesini ne yazık ki çok az kişi bilir ve hatırlar.
Halkevi Dergisi yazarlarından Arif Nihat Asya, Burhan Sadık Yalçın, Hamit Salih Asyalı, Ziya İlhan ve ünlü ses sanatçısı Aziz Şenses, Çoban Dede Turbesi’ni ziyaret ederler. Yaşlı bir dededen dinledikleri aşk hikayesini, güçlü bir Çoban Dede efsanesiyle hem de esaslı bir Çukurova imgesiyle gözler önüne sererler.
Hikayeye göre Çoban Dede; Horasan illerinden yaya olarak Çukurova’ya gelen bir aşıkmış… Elinde taşıdığı sazdan başka bir şeyi yokmuş. O zamanlar buralarda Ramazanoğulları kılıç oynatıp, hüküm sürüyormuş. Karslı köyünde ki Türkmen aşiretine mensup oymakta, çadır kurup otururmuş.. Kışın, Seyhan’ın kıyılarında eğlenir, yazın Torosların serin gölgeli çamları arasında hayvanlarını besler, geçinip giderlermiş…
Bir kış günü, elinde bir sazla, yirmi beş yaşlarında bir yaban delikanlısı, beyin çadırından su istemiş. Bey, adamlarına bu tanrı misafirini ağırlamalarını emretmiş. O gece yorgun misafir erkenden uyumuş. Sabah güneş doğarken sazını eline alarak, Seyhan kıyısındaki ağaçların altında, yanık nağmelerle ezgiler okumağa başlamış. Etraftaki bütün bülbüller seslerini kesmiş, bu güzel sesli yaban delikanlısını dinlemeğe başlamışlar. Biraz sonra yıldızsız geceler gibi kara gözlü, serviler gibi uzun boylu, Seyhan’ın akışı gibi tatlı bakışlı bir genç kız belirmiş baş ucunda.. Delikanlı, kızı görünce kendinden geçmiş, sazının tellerini kırıncaya kadar çalmış. Güneş, iki mızrak boyu yükselmiş, kız hala elindeki bakraçlarla ayakta duruyormuş. Ve böylece birbirine gönülden bağlanmışlar.. Sabah buluşmaları birkaç gün devam etmiş. Fakat o zamanlar, bir bey kızını soyu sopu belli olmayan bir yabancının alması imkan dışında olduğundan, delikanlı düşünmüş taşınmış ve sonrasında kendisini çoban alması için beye rica etmiş. Tam kırk yıl geçmiş… Çoban, bu tepede güneş doğmadan kavalını öttürmeye başlar, kalbinin ateşini Seyhan sularına serpermiş… Kız da ant içerek bütün isteklilerini reddetmiş, annesi ölünce babasının hizmetine koyulmuş. Akşam sabah çobanı gözler, kavalını dinler fakat sevgisini kimseye açamazmış. Bir sonbahar günü kız, sevdiğine kavuşmadan tanrısına kavuşmuş… Bütün oymak kıza ağlamış. Çoban ise sadece tabutun arkasından bakmış, ağlayamamış bile… Kavalını kapınca sürüsü ile bu tepeye gelmiş. Güneş batıp yıldızlar çıkıncaya, kendinden geçinceye kadar kavalını çalmış. Göz yaşlarını nağme halinde boşluklara savurmuş. Sürü ta Çakıt kıyılarına kadar dağılmış ve beş altı tanesini de kurtlar kapmış… Bey, kızının acısı ile baş başa yalnız kalınca, çobanın verdiği bu kurt haberine inanmamış. Davarlarını çaldı diye, kırk yıllık çobanının öldürülmesini emretmiş. Bütün oymak beyden çobanın öldürülmemesini, yargılanmak üzere Kadıya gönderilmesini rica etmiş. Bey de sopasına dayana dayana şehirdeki kadının önüne çıkmış. Çobanını dava etmiş. Kırk yıl sevgilisi için çobanlık eden ve hiçbir şeyden şikayet etmeyen çoban, Kadının kararıyla sağ elinin kesileceğini anlayınca, mahkemeden fırlamış ve doğruca, Ramazanoğlu’nun konağına gitmiş. Orada da ağlamamış, sızlanmamış sadece erkek gibi Adana Kadısının haksız hüküm verdiğini, koyunları güttüğü tepeye gelirlerse, hakikatı öğreneceklerini söylemiş. Bu mertçe dilek temiz kalpli Ramazanoğlunun hoşuna gitmiş, peki sen bu gece benim konuğum ol yarın gideriz demiş… Ertesi gün bu tepeye gelmişler. Bütün oymak bu tepede toplanmış. Biricik kızının kederiyle kıvranan ihtiyar bey, davarlarını kurt kapmadığını, çobanın çaldığını tekrarlamış. Ramazanoğlu, çobana dönüp ne dersin deyince;
- Bir çobanın sözüne Kadı bile inanmadı… Siz büyüklük yapıp buraya geldiniz, bari Çakıtı Nehri’ni çağırayım da size doğrusunu haber versin, demiş. Herkes çobanın çıldırdığına hükmetmiş, gülüşmüşler… O zamanlar Çakıt, bu tepenin solundan akarmış. Çoban eli ile Çakıt’a işaret ederek
- Gel ey eski dost, gel de beylere masum olduğumu anlat, demiş ve şimdiki mezarın/türbenin bulunduğu yere oturmuş. Çakıt Nehri derhal yatağını değiştirerek beylere doğru akmağa başlayınca, herkes çobanın olduğu yere bakakalmış. Fakat çoban birdenbire ortadan kaybolmuş. Çakıt, böylece Seyhanla birleşmiş. Bütün oymak o zaman çobanın ermiş bir dede olduğunu anlamış, bey de kırk gün kırk gece tövbe istiğfar ederek, bu mezarı yaptırmış. Ve bahar günlerinde oymak kızlarının kendi elleri ile bu mezarı kireçlemesini vasiyet etmiş. Şimdi ağaçlar çiçeklendiği günlerde, köyünün gelinlik kızları bu mezarı kendi elleri ile kireçler ve Çoban Dede’yi anarlarmış…
Mezar’ın içinden akan pınar, Çoban Dede’nin kırk yıl içinde biriktirdiği göz yaşları imiş… Aradan birkaç yüz yıl geçtiği halde, bu köyün kızları güneş doğmadan evvel Seyhan’la Çakıt’ın birleştiği yerde, Çoban Dede’nin beyaz sakalıyla abdest aldığını görür ve gören kız da muhakkak muradına erermiş.
Kaynakça : Görüşler : Adana Halkevi Kültür Dergisi; 1945, Sayı: 77-78, Sayfa: 8-11
Yorum yap