VİETNAM UNUTULMAZ … NEDEN Mİ?
18.06.2020Vietnam oldum olası ilgimi çeken bir ülkeydi. Belki makûs talihine sempati duymuş olmamdan olsa gerek. M.Ö 300 den itibaren kâh Çin’in egemenliğine girmiş, kâh komşularının, sonunda 1940’larda Fransızların, derken Amerikalıların o unutulmaz işgali. Belki de bu sempati Vietkong gerillalarının o en ilkel imkânlarla, daha doğrusu imkânsızlıklarla yaptığı ülke savunması ve dünyanın en büyük emperyalist gücünü dize getirmiş olmalarından kaynaklanıyordu.
Bu ilginç ülkeyi nihayet geçtiğimiz yıl İzmir’den bir grup fotoğrafçı arkadaşla ziyaret etme fırsatı buldum. Bu gezi sıradan “Gitmişken bari birkaç fotoğraf çekelim” mantığıyla yapılan bir turistik gezi değildi. Bu fotoğraf gezisinde, 13 günde Vietnam’ı güneyinden kuzeyine harmanladık. Binlerce fotoğraf çektik. Fotoğrafçılar için en uygun saatler güneşin doğduğu saatlerdir. Bizler sabah uykumuzdan fedakârlık ediyor hatta otele döndüğümüzde kahvaltıyı kaçırdığımız için fotoğraf uğruna aç kalıyorduk. Ne var ki kiralamış olduğumuz ve günlerce bizimle birlikte olan minibüsün şöförü hiç de bizimle aynı heyecanı paylaşmıyordu, bu durumdan hiç mutlu değildi hatta verdiğimiz bahşişler bile onu teskin edemiyordu.
Sonuçta bu ilginç ülkenin en farklı köşelerini fotoğraflamayı başardık. Vietnam, tarihi gibi coğrafyası da, demografik yapısı da çok değişik bir ülke. En büyük şehri, eski başkenti olan Saygon ama şimdiki adı Ho Chi Minh. Şehrin nüfusu 9 milyon fakat şehirdeki motosiklet sayısı 9.5 milyon! Kimi zaman bütün bir aileyi, etrafınızdan vızır vızır geçen tek bir motosikletin üzerinde görmek mümkün.Saygon’da İstanbul trafiğine yağdırdığınız beddualar için tövbekâr olabilirsiniz. Saygon’da kuzey-güney birleşmesinin sembolü Yeniden Birleşme Sarayı, katedraller gibi ilginç yerler de var ama beni en çok etkileyen yer Cu Chi tünelleri oldu. Burada şehrin altını adeta bir bal peteği gibi oymuşlar, burada yemekhanesinden, hastanesine bütün ihtiyaçlarını karşılayacak adeta bir şehir kurmuşlar. Vietnam’ın o ufak tefek insanları ancak kendilerinin geçebileceği bu tünellerle iletişim sağlamışlar. Coniler o tünelleri çoğu kez bulamamış, bulanlar da içine sığamamış. O ormanlık arazide, Amerikalılara akla hayale gelmeyecek tuzaklar kurmuşlar.
Vietnam insanı oldukça yoksul ama güler yüzlü ve misafirperver. Bunu özellikle Mekong deltasındaki balıkçı köylerinde gözlemledik. Ağ ören kadınlar biz fotoğrafçı gruba her türlü kolaylığı gösterdi, biz de altında kalmamaya çalıştık.
Daha sonra uçtuğumuz Ha Noi farklı bir coğrafyaydı ama insanları yine sıcaktı. Ha Noi ülkenin başkenti ve Ho Chi Minh’in büyük anıt mezarı bu şehirde.
Şehrin eski mahallelerinin birinin ortasından tren yolu geçiyor, raylar iki taraflı evlere o kadar yakın ki, lokomotif neredeyse, balkonda asılı çamaşırlara değecek sanırsınız. Bu bölgede Çin sınırına yakın Sa Pa vadisindeki, Kızıl Pao kabilesi dışa kapalı bir yaşam sürüyordu ve kadınları kırmızı başlıklar taşıyordu.
.
Kırmızı Başlıklı Kız’dan hayli farklı giyinen bu kabilenin evli olan hanımlarının kırmızı başlıkları bayağı süslü püslü, gösterişli, bekârlarınki ise yine kırmızı ama oldukça mütevazi idi.
Ha Long Bay Unesco listesinde korunmaya alınmış, dünyanın yedi doğa harikasından birisiymiş. Ha Long Vietnam dilinde ejder demekmiş, ilginç bir mitolojik öyküsü var. Çok yıllar önce Vietnam’ı düşmanlarından savunmak üzere gökten inen ejderha, düşmanlara karşı ağzından ateşler saçarak ülkeyi kurtarmış.
Vietnam için anlatılacak daha çok şey var ama şimdi bana “Peki sizi Vietnam’da en çok etkileyen ve asla unutamayacağınız ne oldu?” diye sorarsanız, yanıtım ne o makûs tarih, ne farklı coğrafya, ne kırmızı başlıklı kabile, ne pirinç terasları ve ne de yoksul ama sevimli insanlar olacaktır!
- Peki hangi olay mı diyorsunuz?
Buyurun, anlatayım o zaman:
SAYGON’DA SOYGUN
“…….
Singapur yolunda demeseler
Bana bunu yapmasalar, yorgunum
Üstelik parasızım, pasaportsuzum”
Attila İlhan
Evet aynen böyle oldu! Tam da şairin dediği gibi. Singapur yakınlarındaydım ve parasız, pasaportsuz kalmıştım.
Saygon’da (Saigon) son günümüzdü. Sabah odaları boşaltmış, valizlerimizi öğleyin almak üzere resepsiyona teslim etmiştik. Öğleye kadar müze, kilise ziyareti yaptıktan sonra öğleyin otele dönecektik. Minibüs bizi otelden aldıktan sonra yol üstünde, Vietnam savaşında Amerikalılara tuzaklar kurulan bölgeyi gezdikten sonra havaalanına ulaşacak, oradan da Hanoi’ye uçacaktık. Planlanan ziyaretleri yaptıktan sonra vakit öğle olmuştu ve otele dönmek üzere bir taksiye biniştik. Taksi yolda arıza yaptı, biz başka bir taksiye geçtik. Ben şoförün yanına oturdum, arkadaşlar da arkadaki koltuklara geçtiler. Şoför nedense kucağımdaki omuz çantamı yere, ayaklarımın yanına koymamı işaret etti. Koydum tabii. Sonra elimdeki pet su şişesini de aracın göğüslüğüne koymamı işaretledi. Birkaç dakika sonra “Suyunu alabilirsin” işareti yaptı, aldım. Otele yaklaşmıştık. Şoför yine işaretle “Otele yaklaştık, orası ters yön giremem, buradan öteye yürüyün” komutu verdi. Araçtan inmeye başladık.
Tütsü Tarlaları
O sırada küçük bir kaos yaşandı, bir arkadaş fotoğraf makinasını yere düşürdü, arkadaki bir hanım, önündeki koltuğu öne doğru kıvırıp, oturduğu yerden çıkamadı, mahsur kaldı, şoför araçtan çıkıp, onu çıkardı, o sırada ben bir başka hanımı ”Aman arabada bir şey unutmayın” diye iki kez uyardım. Neyse, yürüye yürüye otele geldik, artık minibüsü bekliyorduk. Otelin önünde bir seyyar satıcı bana yapıştı, illa ki numaralı gözlük kullananların tercih ettiği, güneş gözlüğü yerini tutan klapeleri satmaya çalışıyordu. Aynısı bende de var, bazen ben de kullanırım. Adama önce laf olsun diye pahalı olduğunu falan söyledim, adam sinek gibi yapışıp, bir türlü peşimi bırakmayınca, “Dur aynısı bende de var” deyip, ona göstermek üzere elimi, çantamın askısı niyetine omuzuma attım. Aman Allah’ım, olamaz!!! Çanta yoktu. Çantada fotoğraf kameram ve boyun çantam vardı. O çantada da pasaportum ve paralarım! İşte şimdi tam da şairin dediği durumdaydım! Dünyanın öbür ucunda parasız ve pasaportsuz kalmıştım. Üstelik de biraz sonra bir başka şehre uçacaktık.
Bu durumlarda ben darmadağın olurum. Bırakın İngilizce konuşmayı, Türkçe bile konuşamam. Kekelerim. Hatta öğürüp, böğürürüm. Kilitlenirim. Yine öyle oldu. Adeta kendi üstüme kördüğüm oldum. Arkadaşlar daha sonra yüzümün bembeyaz olduğu ve bana bir şey olmasından çok korktuklarını söylediler. Sağolsunlar hepsi beni teselli etmek için başımda pervane oldular. Bana kayıp çanta bulunmazsa onların da yola devam etmeyeceklerini söyleyecek kadar özverili davrandılar. Ama bu da kabul edilebilir değildi, daha birkaç şehire gidilecekti ve aylar öncesinden farklı otellerin rezervasyonları falan hepsi yapılmıştı. Diğer sekiz yol arkadaşıma bu eziyeti yapmaya hakkım yoktu, bunları düşünmek daha da stresimi arttırıyordu. Paramparça olmuştum. Saigon’un nüfusu 9 milyon civarında olmalı. Şehirde 9.5 milyon motosikletli var, karınca gibi, kaç milyon taksi olduğunu siz hesap edin artık. Çantadan hiç umudum yoktu.
Resepsiyondaki kız biraz İngilizce biliyordu oysa akşamki resepsiyonist çocuk hiç bilmiyordu. Arkadaşlar ona durumu anlatmış, o da bir yerlere telefon etmiş. O sırada gruptan iki arkadaş da, bir umut önünde taksi değiştirdiğimiz restoranın kameralarını araştırmak üzere oraya gitmiş. O sırada ben otelde yay gibi gerilmiş, kendimi yiyip bitiriyordum. Arkadaşlar beni teselli etmeye çalışıyorlardı. Derken bir telefon veeeeee “Çanta bulundu” müjdesi! Elbette herkes çok mutlu oldu. Beklemeye başladık. Kısa süre sonra bizim şoför göründü, elindeki çantamı görünce içime su serpildi. Şoför kendi dilinde bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Bunların konuşmaları hep böyle zaten, kavga eder gibi. Heceler kısa ve çok sert telaffuz ediliyor, normal konuşmalar bile çok kızgın birinin komut vermesi gibi oluyor. Her neyse sevgili şoförümüz söylene söylene çantayı uzattı. Ben de elimdeki Vietnam donglarını, piyangocuların müşterilerine biletleri uzatmaları misali adama uzattım. Adam gönlüne uyan banknotu çekip aldı.
Çantanın ağırlığından kameranın çantada olduğu belliydi. Hemen arka gözün fermuarını açtım. Boyuna asılan çantam da oradaydı, Derin bir oh çektim. Yahu kardeşim adı üstünde işte, bu boyun çantası, boyuna asılır ve atletin, tişörtün içine sallandırılır. Onun çantada ne işi var? Neyse pasaportumu görünce daha derin bir oh daha çektim. Bir süre sonra boyun çantamın paraları koyduğum diğer fermuarlı gözünü açtım. Burada 1200 dolar vardı. O da ne? Bizim şoför o paranın benim için fazla olduğunu ve o kadar parayı harcayamayacağımı düşünmüş olmalı ki, kafasına göre kardeş payı yapmış. Ne var ki kendine biraz torpil yapmış ve benim için 500 doların yeterli olduğuna karar verip, 700 doları kendisine ayırmış.
Ne diyelim, buna da şükür tabii. Şimdi benim hikayeyi buraya kadar sabırla okuyan dostlara bir sorum olacak; bizim şoför iyi bir adam mı yoksa kötü bir adam mı? Kötü biri olsaydı, çantayı hiç geri getirir miydi? Peki iyi biri ise benim 700 doları niye çaldı?
Yorum yap