Üye Ol / Giriş yap


Gezi

DURELL’İN İZİNDE RODOS

OĞUZ UÇAK 27.11.2018

DURELL’İN İZİNDE RODOS

Rodos'u unutmadım.

Kişisel gezi tarihimde, Rodos'tan sonra –son 13 yılda– nice köy, kasaba, şehir, ülke girdi araya; başka başka yolculuklara çıktım, yepyeni coğrafyalarda uyandım, Keşif Defteri’min sayfalarını doldurdum, hatta Anadolu’ya komşu adalardan Chios’a defalarca, Samos’a ise günübirlik uzandım. Ama Rodos'u hiç unutmadım.

Eski şehrin yüksek surları arkasında saklanan mozaik taşlarla kaplı daracık ve istisnasız hepsi kemerli sokakları, o kemerlerden sarkan çingenepembesi begonyaları, çan kuleleriyle birlikte göğe yükselen minareleri, olanca heybetiyle limana bakarken bir anlamda Ege'ye de meydan okuyan haşmetli kalesi, sonra cânım taş yapıları, o yapıların sarıdan turuncuya ve yeşilden vişneçürüğüne kadar türlü renklerle bezeli ahşap kepenkleri ve kapıları ile kırmızı kiremitli çatıları, yel değirmenleri, o değirmenlerle savaşmayan şövalyeleri, eski ya da yeni efsaneleri, tavernaları, yerel şarapları ile brendileri ve elbette turkuvaz denizleri ile güler yüzlü insanları vardır Rodos’un. Lawrence Durell’e ev sahipliği yapmıştır bir de. Nasıl unuturum?

Rodos’ta, hep güneşli sabahlara uyanırım ben. Edip Cansever’in ‘kirli ağustosu’ gibi değil ama kederden uzak pür neşeli. O neşe ki, püfür püfür esen bir meltemin koynunda gelip konar başıma.

Sabahın ilk ışıkları kaldığım otel odasına süzülmeye görsün, ben çoktan ayakta olurum burada. Balkona ya da bahçeye çıkıp derin derin içime çekerim Ada’yı. Kalabalık meydanlar, kemerli çarşılar, gölgeli sokaklar, soğuk çeşmeler, sıcak denizler ve Eylül Ada ile Eda daha uyanmadan yollara vururum kendimi. Durell, bekler çünkü beni…

Akdeniz coğrafyasında kendini bulan, yıllarca bu denizin türlü limanlarına (Korfu, Rodos, İskenderiye, Kıbrıs, Dalmaçya kıyıları) konuk olan Lawrence Durell’in kıyıdaki kulübesini bu defa mutlaka ziyaret etmeliyim. İngiliz bir baba ile koyu Protestan İrlandalı bir anneden Hindistan’da dünyaya gelen (1912) Durell; Rodos, İngiliz yönetimindeyken 1945’den 1947’ye kadar yaklaşık iki yıl yaşamış bu kulübede. Kendisini hiçbir zaman Britanyalı olarak görmeyen –ilginçtir, 1990’daki ölümünden sonra zaten İngiliz vatandaşı olmadığı da ortaya çıkan– yazar, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde tek göz odalı bu kulübede, yazınsal bir inzivada geçirmiş yıllarını. Villa Cleobolus adını verdiği, kırmızı zakkumlar ve dev okaliptüs ağaçlarıyla çevrili kulübesinin hemen yanı başında uzanan Osmanlı Mezarlığı’nın kayıp ya da kayıtlı ruhlarıyla beraber… İleride, onu büyük bir yazar yapacak romanlarının (İskenderiye Dörtlüsü ve Avignon Beşlisi) ilk notlarını burada almış belki de. Zaman – mekân kurgusu, sanat ve sanatçının toplumdaki rolü, gerçekçilik, savaş ve din üzerine düşündüklerini ise Henry Miller’a bu dönemde yazdığı mektuplarından biliyoruz.

Cüce denecek kadar kısa boyluymuş Lawrence Durell. Gündüzleri, tepeleri ‘sarıklı’ mezar taşlarının arasından geçerek köşedeki zarif minareli Murat Reis Camii’nin önünden denize girer, belki balığa da çıkarmış. Geceleri ise kandille aydınlanan odasının yalnızlığına çekilip ya da sıcak yaz akşamlarında avludaki okaliptüs ağacının altına yazı masasını kurup yazarmış hiç durmadan: Kaleminin ucundan dökülen kelimelerinde kayıp hayatlar, aşklar, kaçamaklar, aldatmalar, kaçışlar, çelişkiler ve zıt kutuplar, tutkular, kabına sığmayıp gerçek benliğini arayan kadın kahramanlar, doyasıya bir açlıkla yaşanan cinsel hazlar, sevişmeler ve elbette ruhlar varmış. Hem kayıp, hem de yaşam dolu ruhlar…

Umarım açıktır bugün kulübenin kapısı. Yoksa 13 yıl önce olduğu gibi küçük penceresinden içeriyi görmeye çalışıp sadece taş duvarlarına dokunmakla yetineceğim. Dokundukça yine dile gelir mi acaba o taşlar? İki koca yıl boyunca bu dört duvar arasında yaşayıp sürekli yazan Durell’in sırlarını –bu sefer eksiksiz– fısıldar mı kulağıma? Benim hayâl gücümde canlandırdığımın tersine neler yaptığını, bir gününü nasıl geçirdiğini, kimlerle düşüp kalktığını ve seviştiğini söyler mi bana? Aşkın modern zamanlardaki görünümü üzerine sohbet eder miyiz onunla? İskenderiye Dörtlüsü’nün son cildi olan Clea’da yazdığı üzere, “satırların arasını okumasını öğrenmeliyiz, yaşamların arasını” derken tam olarak ne demek istediğini açıklayıp bu satırların gücünü paylaşır mı benimle? Ya da Türklerden nefret eden bu yazar, tersinlemenin ustası olan bu üstat, tersler mi yoksa beni? Terslemez elbet… Çünkü onun deyimiyle “hepimiz birbirimizin kırık parçalarıyız” aslında biz. Ve “her şey çevremizdeki sessizliği yorumlamamıza bağlı…” Bu yüzden “bulunduğumuz yeri değiştirirsek bakış açımız da değişir” eninde sonunda. Üstelik “bir sokakta sevdiğiniz biri yaşadığı zaman, orası bir dünya olur” değil mi? Nokta!

Lawrence Durell, Rodos’ta yaşadığı yılları –dilimize henüz çevrilmeyen– Reflections on a Marine Venüs adlı kitabında detaylıca anlatmış. Hatıraları eşliğinde burada tanıdığı Akdenizli insanları, Ada‘da yaşadığı hayatı, tanık olduğu ilginç olayları, özcümle Rodos’un tüm değerlerini ve güzelliklerini bir bir kaleme almış. Rodos üzerine yazılmış en kapsamlı gezi kitaplarının başında geliyor yapıtı. Kitaba adını veren olay ise liman inşaatı sırasında denizde bulunan Venüs heykelinden kaynaklı. Louvre’da sergilenenin neredeyse bire bir aynısı olan bu heykeli Rodos Arkeoloji Müzesi’ne gidip bir daha gördüm kulübeden ayrıldıktan sonra. Benzerlik gerçekten şaşırtıcı. Aynı sanatçının elinden çıkmışçasına, aynı güzellikteydi aşk ve güzellik tanrıçası. Tek farkları ise şu; Louvre’daki Afrodit’in sol kolu omuzdan kayıptır ama sağ kolu biraz olsun dirseğine kadar iner. Rodos’taki ikizi Venüs’ün ise her iki kolu da ne yazık ki omzunda biter. Ve Venüs, biraz daha profilden bakar bize, sanki utanmış gibidir, başını hafifçe yana çevirmiştir, mahzundur. Afrodit’in bakışları ise pervasızca dimdiktir ve delip geçer sizi.

•••

2016 yılında çıktığım ikinci Rodos seferimde Lawrence Durell’in izlerini sürdüm. Onun izleğinde dolaştım durdum gölgelere sığınarak. Gizlerini çözüp anlamaya çalıştım bu Akdenizli yazarın dehasını. Bundan dolayı Durell koysun isterim yazıma son noktayı: “Bir şehri sevme nedenim, köşebaşını döndüğümde seninle karşılaşma ihtimalimdir.”

Benim için de öyle. Çünkü ilk seferden dönüşümüzde, Eylül Ada’yı vermişti Rodos bize... Bu yüzden Rodos’ta, hep güneşli sabahlara uyanırım ben, kederden uzak pür neşeli. O neşe ki, püfür püfür esen bir meltemin koynunda gelip konar başıma. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte yollara düşmem, Ada’yı derin derin içime çekmem bu yüzdendir işte…

Yazı: Oğuz UÇAK

Fotoğraflar: Mehmet Cengiz TÜMER

3079
Yorum yap
OĞUZ UÇAK
Diğer yazıları
Yazara ait yazı bulunamadı.


OĞUZ UÇAK
Diğer yazıları
Yazara ait yazı bulunamadı.