TOROSLAR, ÇUKUROVA DÜNYANIN MERKEZİ-2
02.04.2019Taa çocukluğumuzdan beri Toroslar’ı, Çukurova’yı dünyanın merkezi diye bilegeldik. O zamanlar kendimizi de Adonis sanıyorduk. Hakikatin “hakikat”, gerçeğin “gerçek”, görüngülerin “sahici”, insanın insan olduğu o yitik dünyada biz çocuklar birer Adonis’tik.
O sıra, “Roma” damgasının vurulduğu “Mitraizm kültü” gibi “Grek” damgasının vurulduğu “Adonis söylencesi”nin de öz kültür varlığımız olduğundan haberimiz yoktu. Roma’yla Grek’in istilacı emperyalist güç olmaktan öte bir işlevi olduğunu da bilmiyorduk.
Biz, doğal olarak bu gerçeklikleri bilmesek de, bastığımız her noktanın inanılmaz yaşanmışlıklar sunduğu, merkez simgeciliği yaklaşımıyla dünyanın merkezi diye tanımlamaktan çekinmeyeceğimiz, kozmik pırıltılar saçan dağlar arasında açtık gözlerimizi dünyaya… Çocukluğumuz, ilk gençlik yıllarımız böyle bir dünyada geçti…
O yıllarda hepimiz birer Adonis'tik ama küresel firavunları henüz tanımadığımız için soluk alıp verdiğimiz çiçeksi dünyanın bir parçası olduğumuzdan da haberimiz yoktu...
(Adonis / Gelincik veya bazı yerlerde Manisa Lalesi şeklinde bilinen çiçek ve mitolojik öykülerde Afrodit'in bile aşık olduğu yakışıklı delikanlı))
İnsanoğlu var oldu olalı bolluğun simgesi olagelen bu bereketli toprakların gümrah yeşilini Toroslar'ın doruklarındaki karın akına öykünerek ak beneklerle bezeyen pamuğun akı, Akdeniz'in, akçadenizin mavi köpüğünde çağıldarken çizdiği tılsımlı tabloyu belleğimize kazımıştık farkında olmadan. Birçok şeyi bilmesek de yaşamı Adonis ruhuyla algılıyorduk.
Sık sık dalıp gittiğimiz çiçeklerin renk senfonisinde kendimizi birer Adonis sanıyorduk...
Bir İskender, bir Sezar, bir Pompeius oluyorduk kırbacımızı altımızdaki tahta atların sağrısında şaklatırken.
Ne zaman, kendimi zamanın verandasında sırtüstü uzanmış görsem, yaşam hep kendi ufkunun farklı frekanslarında nabız vurmaya başlıyordu o günlerde. Homeros'un güzel atlar diyarını baştan sona bir solukta dolaşıyordum bunun üzerine.
Kimbilir, belki de bunların hepsi, son yıllarda mahkum edildiğimiz elektronik kabile yaşamının ruhsal bir tepkimesiydi. Doğa asıkyüzlü, bulutlar kasvetli olunca böyle oluyordu demek ki... Baksanıza, artık pek kanat sesi duyulmadığı için gökyüzü nasıl da hüzünlü... Bu hüznün nedeni, doğal imgelerin çoktan ölüme yatarak yerini simülatif bir dünyaya bırakması olmasın sakın!
Benim, sık sık Adonis'in ruhunda yaşamamın nedeni de bundandır belki... Hep bu yüzden böyle zamanlarda gidiyorum, düş hızındaki bir yolculukla Adonis dünyasına... Artık söylence yanılsamalarında yitmeyeceğim bir yaşta öğrendiğim onun trajik öyküsünü noktaladığı dünyada gezmeye başlıyorum böylece...
Bir ayağım Anavarza'da, bir sıçrayışta Kozan kalesine, oradan Karasis'e atlayacak gibi duyumsuyorum kendimi.
Sağda Savrun akıyor... Kesiksuyla Keşişsuyu onunla yarışıyor, Ceyhan'ın, Piramos'un kucağına bir an önce atılmak için… Nehir tanrısı Piramos'un korumasında tirşe bir ufka doğru akmanın düşünü kuruyorlar birlikte... kıyılarında salkım söğütler...
Aralarında saklambaç oynayan biz Adonisler...
Oradan, buradan kaynak suları fışkırıyor ama hemen küçük bir gölde duruluyor; göllerde nilüferler ak ışıklar saçıyor. O kaynaklardan kötü ruhların, hastalık cinlerinin çıktığına inanıyor insanlar. Bunun üzerine büyü rahipleri boy gösteriyor göl kıyılarını çevreleyen, püskülleri ığralanan kamışların arasından. Rahipler, az sonra, kurşun dökmeye başlayacak üzerlik otu tütsüsü arasında.
Ötede, Anavarza'daki bir kayanın burcuna oturmuş bir şeyler yazıyor biri. Bu, Pedanius Dioscorides sanırım; yani Anavarzalı doktor Dioscorides, Çukurovalı Hipokrat, halkın ölümsüzlüğe çare bulan Lokman Hekim, diye bildiği tıp bilgini. Eğer, anonim bir isim değilse bu, Anavarzalı Dioscorides'ten başkası olmamalı Lokman Hekim. Yazmakta olduğu kitap da Materia Medica olmalı. Eseri, milenyumun başında Anadolu uygarlıklarından kalma en eski tıbbi ilaçlar kitabı, kendisinin de Çukurova'nın Hipokrat'ı diye anılacağından hiç haberi yok gibi görünüyor o sıra.
Biz Adonisler onun dünyasında oynuyoruz işte, çiçeklerce çığlık çığlığa...
Göz ucuyla bir bizi, bir büyü rahiplerini izliyor.
Rahip hekimlere daha bir sempatiyle bakıyor arada bir. Onlar da çok saygılı, ellerinde şifalı bitkiler, karşısında safta duruyorlar. Biri gülhatmi çiçeğini uzatıyor, "Nezleyle gribe iyi geldiğini öğrendim," diyerek. Her birinin elinde türlü türlü çiçekler, bitkiler. Çiçeği romatizmaya, kökünün suyu kusmaya iyi gelen devedikeni ya da kenger, böbrek sancısına, boğaz ağrısına, mide yanmasına meyan kökü birebir. Bıçak kesiğine, yaralanmalara sihirli iksir sarı kanturun çiçeği demet demet. Türlü renkteki baharatlar ise genizleri yakıyor; "İlaca da iyi gelir, boya hammaddesi de olur," diye anlatıyor biri.
(Kantaron ve orkide / Her ikisi de Toroslara endemik)
Sağda, solda türlü renklerde, türlü boylarda dikenli bitkiler… Dikenliler dikenleriyle, kabuklular kabuklarıyla kimbilir nasıl bir sırrı koruyup gizliyorlar?
Az ilerden Eşe hala geliyor, bir kovan dolusu it arısının soktuğu bir çocuğu sağaltmanın mutluluğu yüzünden yansıyor; yanaklarında şaman gülücüğü; biz Adonisleri kutsuyor...
O yitik yıllarda yaşamış güneyli kadınların, "O ton Adonin, (vah Adonis)" çığlıklarının ekosunda yanıyor yüreğimiz...
Kuşkusuz, farklı dünyaların insanıyız mitoloji kahramanı Adonis'le... O, tanrılar tarafından Mersin ağacına dönüştürülen Mytrha'nın oğlu ne de olsa. Daha çocukluğunda tanrılar, tanrıçalar tarafından elbebek gülbebek büyütülmüş kutsal bir kimlik.
Aphrodite'nin o daha parmak kadar çocukken vurulduğu bir mitoloji "bellboy"u. Aphrodite, besleyip büyütsün, kendisi için hazırlasın diye yeraltı tanrıçası Persephone'ye vermiş; vermiş ama bin pişman olmuş. Bilememiş Persephone'nin daha ilk görüşte ona tutulacağını; onu bir daha kendisine vermek istemeyeceğini.
Böylece, iki tanrıça arasında çıkan kavgaya sonunda ister istemez el koyarak hakemlik yapmış Zeus. Adonis'in yılın dört ayını Persephone'nin, dört ayını Aphrodite'in yanında, kalan dört ayı da dilediği yerde geçirmesine karar vermiş.
Ne ki Adonis, yılın sekiz ayını Aphrodite'in yanında geçirmeye başlayınca, Persephone'nin de kışkırtmasıyla tanrıçaların hepsini kıskandırmış. Öfkeyle ayaklanan tanrıçalar, Artemis aracılığıyla üzerine saldırttıkları bir yaban domuzuyla Adonis'in kasığından ağır yaralanmasını sağlamışlar. Henüz ölmeden, can çekişirken akan kanının suladığı toprakta gelinciklerle bahar çiçekleri açmış.
Yaralı Adonis'e yardım etmeye koşan Aphrodite'in ayağına da bir diken batmış. Dikenin battığı yerden damlayan tanrıçanın kanı o gün boyamış, beyaz gülleri kırmızıya.
Adonis, güneyde, verimli hilalin kuzey çemberini oluşturan, Çukurova'yı, 3. Delta’yı da kapsayan bölgede o günden sonra, kışları yeraltında gizlenen, baharla birlikte bir aşk cümbüşüyle fışkırarak yeryüzüne çıkan binbir çeşit bitkiyi, çiçeği simgeler olmuş. Bu görkemli güzellikten çok etkilenen bölgenin sıcakkanlı güzel kadınları, toprak ananın, yani Anatanrıça Kibele'nin yanı sıra Adonis'e, o çiçeklere, o güzelliklere de tapınmaya başlamışlar. Kibele'ye tapınmışlar, kendilerini doyurup beslediği için. Adonis'e tapınmışlar, dünyayı güzelleştirdiği, insanda aşk, güzellik, estetik duygusu yarattığı için.
Kadınlar, o günden sonra her yıl bahar bayramı kutlarcasına gelenekselleştirdikleri tapkı ritüelini yinelemeye başlamışlar. Saksılara, sepetlere ektikleri tohumları sıcak sularla sulamışlar, henüz kış bitmeden. Sıcak suyu görünce hızla büyüyen çiçekler, aynı hızla kısa zamanda ölmüşler.
Böylece, o güzel kadınlar, Adonis'in genç yaştaki ölümünü simgelemek için "Adonis Bahçeleri" ismini yakıştırdıkları saksılarda genç ölümlere mahkum çiçeklerin karşısında yas tutarak, "O ton Adonin," diye diye ağıt yakmışlar...
Bu öyküden etkilenen hiç büyümemiş bazı çocuklar ise doğal imgelerin ölüme yatarak yerini bıraktığı simülatif bir dünyada ağustos böceği sesine özlem duyduklarında kendilerini hep Adonis Bahçelerinde gezinirken bulmuşlar...
Ne yazık ki ne Adonis çiçeklerini ne de o geniş zamanlara özgü Adonis sıcaklığını bulabilmişler. Çünkü lalelerle başlatılan, kardelenlerle boyutlanan talan, günümüzde kimi herbalist sıfatlı kaçakçı tarafından binbir Adonis çiçeği, iyileştirici bitki, küresel tacirlerin pazarına sunulmaya başlanmış...
Bunun üzerine o büyümemiş çocuklar Adonis çiçeklerinin azalmasından çok, artık genlerinin bile gaspedilmesine ağlamaya başlamışlar. (*)
(Unutma Beni Çiçeği)
(*) Bu yazıda Çetin Yiğenoğlu’nun “Haydar’ı Öldürmek” romanıyla “Yüreğimin Kuytusundaki Cennet-Cehennem KOZAN” kitaplarından da yararlanıldı. Fotoğraflar ise S.Haluk Uygur'a aittir.
Yorum yap